28 Nisan 2009 Salı

Ankara'da Olup Biten...

Ankara'da okunan

Ankara'da ilk günüm

Ankara'da gülümsemem için çabalayan

Ankara'da Eda'nın şeker attığı kuşlar


Ankara'da seminerde oyun oynayan yetişkin


okul önceci öğretmenler





Ankara'da soğuk bir hava...



Ve bana armağan aldığı bir kitabın önsözüne çocukluk arkadaşım tarafından yazılan

"When you feel your life's too hard, just gotta have a talk with God."





















































































































20 Nisan 2009 Pazartesi

Küfkedisi



Mare’ye…



Kitaplardaki masal…

Masallar her zaman “onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine”ya da “gökten üç elma düştü” diye biter. Her daim mutlu sonu vardır masalların, kötüler, iyilere her zaman yenik düşer. Çocukken bize okunan bin bir çeşit masalın sonunda mutlu daldık her birimiz başka bir yatakta ve sandık ki kötülük her zaman kaybeder, iyilik her zaman kazanır. Oysa hayat böyle değil ki…

Kin, nefret, hırs, fitne, fesat, yalan sarmış dört bir yanımızı. Kime güveneceğini bilmeden, yaşamak ne kadar zormuş. Ve öğrendik ki gerçek masalların sonu murat, kerevet,elma ile bitmiyormuş ne yazık ki, zaten bunu öğrendiğimiz zaman yeterince yara almış olduk ama çocuk yanımız yine de mutlu sürsün, mutlu bitsin istedi, tüm masallar,
her şeye rağmen.
Olmadı.

*

Ve gerçek masal …

Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur zaman içinde turuncuyla mavinin birleştiği bir ülkede güzel ama yalnız bir küfkedisi yaşarmış. Büyürken öyle canı yanmış öyle yanmış ki bir daha asla yüreğini kimseye açmamaya karar vermiş. Tek isteği ana rahmine geri dönmek ve orada kalmak isteyen küfkedisinin günleri devinimsiz, öylesine sessiz bir şekilde tükeniyormuş. Ülkenin önde gelen bir takım delikanlıları küfkedinin gönlünü fethetmek için türlü numaralar yapsalar da küfkedisi asla onları inandırıcı bulmuyormuş. Ve biliyormuş ki güzel başlayan masalların sonunda kazanan hep; ya cadı ya da kurt oluyormuş.


Ama bir gün hiç olmayacak bir şey olmuş. Karşısına yakışıklı mı yakışıklı , bir prens çıkıvermiş.Önceleri bunun gerçek olduğuna inanmamış “Koca ülkede bu kadar cesur küfkedileri dururken altın kalpli prens benim gibi korkağı ne yapsın?”demiş.
Prens küfkedisinin korkularını anlamış, 10 gün 10 gece onu inandırmak için dil dökmüş. “Ben bildiğin prenslere benzemem, yeter ki bana bir şans ver, göreceksin.”demiş.
Kalbi heyecanla atmaktan ritm bozukluğu yaşayan küfkedisi , 10 gün 10 gece sonra “Galiba bu başkalarına benzemiyor, hem baksana ne kadar savaş verdi kalbimi kazanmak için.”demiş.
Ve prensin teklifini kabul etmiş. Tek kişilik yatak, yastık ve yorganlardan çift kişilik yatak, yastık ve yorganlara geçmişler birlikte. Prens gerçekten küfkedisini mutlu etmek için elinden gelen gelmeyen her şeyi yapıyormuş. Küfkedisi bütün bu olanlara inanamıyormuş.

Çocukken anlatılan masallardaki gibi bir kahramana sahip olduğu için kendini çok şanslı görüyormuş. Ve her gece tanrıya şükrediyormuş. Günler böyle el ele göz göze mutlu bir şekilde biterken, küfkedisi bir gece yanında yatan prensin artık onu öpmediğini fark etmiş. Oysa prens onu öpmeden asla uyumazmış. Unuttuğuna yoran küfkedisi üzülmüş ancak fazla da irdelememiş. Ama ertesi gün ve bir ertesi gün de aynı şey olunca bir terslik olduğunu fark etmiş. “Beni sevmiyor mu artık?” demiş kendi kendine. Çünkü prens artık eski neşesini kaybetmiş, ve içine dönük yaşamaya başlamış. İşte kabusta böyle başlamış.

Saraya işlerinin yoğunluğunu bahane ederek geç gelmeye başlayan prens,(tabii o zaman küfkedisinin ne olup bittiğinden haberi yok) kapıda karşıladığı prensinin gözlerinin içine bakar olmuş, prensin bu kadar değişeceğine inanmak istemiyormuş. Prens öyle kendisiyle meşgul muş ki küfkedisinin gözlerindeki çaresizliği fark edemiyormuş.

Bir gün prens başka ülkerdeki prenslerle iş görüşmesi olduğunu, bir iki gün uzaklaşacağını söylemiş.
İlk defa prensinden ayrılacak olan küfkedisinin yüreği sıkışmış ama konduramamış felakete bir adım daha attığını.

Giden prensin ardından iki gün gözyaşı dökmüş, ağıdı ağıdına karışmış. Bilmiş ki prens gönlünü bir cadıya kaptırmış. Bile bile sessiz sedasız beklemiş prensini. Cadı öyle dilbaz, öyle cilveliymiş ki prensin gönlünü çelmek için sepet sepet elma yedirmiş. Küfkedisi , HEM CİNSİNİN attığı kazığa üzülmüş en çok, sonra da prensinin ardı ardına sıraladığı yalanlara…

Prens dönmüş, “bitti , sana döndüm. Kaldığımız yerden, hiçbir şey olmamış gibi devam edeceğiz”demiş. Hayal kırıklıklarına bir tane daha eklemek istemeyen küfkedisi çaresiz bunu da kabullenmiş ve öğrenmiş kabullenmeyeceği şeyleri de kabul etmeyi, yutmayı, sindirmeyi…

Öyle seviyormuş ki prensini, inanmış ona, ama içindeki kuşku onu yiyip bitiriyormuş çünkü uzak ülkede sandığı cadı meğerse burnunun dibindeymiş. Aynı ülkede belki bir alışveriş merkezinde, belki kırmızı ışıkta beklerken yolda, belki sinema da, ya da tiyatro da yan yana geçerlerken prensle, küfkedisi bilmeyecekmiş asla cadının neler hesapladığını.Ve prensin her defasında ne hissedeceğini.

Tüm bu kötücül düşüncelere rağmen susuyor ve gülümsemesini eksik etmiyormuş prensinden. Prens küfkedisinin içindeki kopan fırtınalardan bir haber yaşarken bir gece banyodan çıkan küfkedisi bilgisayarının başına oturmuş bir de bakmış ki prens mail hesabına girmiş. Daha fazla dayanamayıp prensin mail şifresini istemiş. Messenger’da hala cadının durduğunu, silinmediğini görünce bir kez daha yıkılmış. Cadı kalmak istediği için değil, KALMASI İSTENİLDİĞİ için kalıyormuş messenger’da.Caf caflı iki söz yazılmış adının yanına.
Prens, canı acıyan küfkedisinin canını daha da yakmış, zehire bulanmış diliyle oysa seviyorsa küfkedisini onu ikna etmek için uğraşması, korkularından arındırması gerekmez mi?

Yapmamış, kolay olanı seçmiş, kanırtmış küfkedisinin tüm düşlerini.

Küfkedisi uyuyamamış sabaha kadar. Hep soru sormuş, sormuş sormuş, yanıt bulamamış tüm bu olanlara.

Ve vazgeçmiş zaten her şeyden, inandıkları bir bir yıkılırken seyretmeye karar vermiş.

Gökten üç değil iki elma düşmüş bu kez.
Biri prense, biri cadıya.

Onlar elmalarını kemirirken, küfkedisinin gökten payına düşen tarifi imkansız bir acı olmuş.

*

Şimdi onlar erecek mi gerçekten muratlarına ve çıkabilecekler mi kerevetine?

Bir kere de kitaplarda olan masal sonu, gerçek hayatta son bulsa…

Bulur mu?

Olur mu?

Kazanan bir kere de olsa iyi olur mu?

14 Nisan 2009 Salı

Ankara


Hiç bir şey ummuyorum, (Δεν ελπίζω τίποτε,)
hiç bir şeyden korkmuyorum, (Δεν φοβούμαι τίποτε,)

özgürüm. (Είμαι λεύτερος)

KAZANCAKİS – ZORBA


Yıl 1996…
Ankara’dayım. Keyifsiz günlerin dibine batmış , hayatımın rotası şaşmış, geleceğimden endişe duyduğum ve kaçmak kurtulmak istediğim için Ankarada’yım.

Kara kış Ankara.

O zamanlar masum Ankara, sanıyorum ki nereye gidersem gideyim yürekteki daralmaya çare olmayacak hiçbir söz, hiçbir kent.


Yıl 1998…
Ankara’dayım. Keyifsiz günlerin dibine batmış , hayatımın rotası şaşmış, geleceğimden endişe duyduğum ve kaçmak kurtulmak istediğim için Ankarada’yım.

Ankara’da yağmur havası, mevsimlerden sonbahar…

Bana ait olmayan bir evin camından seyrediyorum kentin ışıklarını. Gözyaşlarım ve cama vuran her damla karışmış sanki birbirine.
Ankara, bana iyi gelmiyor, kendi adıma bu kentte aldığım tüm radikal kararlar,yanlış olup bumerang gibi geriye dönüp suratıma çarpıyor,düşüyorum.


Yıl 1999…
Ankara’dayım. Keyifsiz günlerin dibine batmış , hayatımın rotası şaşmış, geleceğimden endişe duyduğum ve kaçmak kurtulmak istediğim için Ankarada’yım.

İnsanı sündüren bir sıcak, mevsimlerden yaz…

Havaalanında beni bambaşka bir ülkeye, bambaşka insanlara, yollara, caddelere, evlere ve dillere götürecek uçağa binmek için Ankarada’yım.

Kara kış bu kez içimde.


Yıl 2007…
Ankara’dayım. Keyifsiz günler bitmiş, rotasına girmiş bir hayatım, endişe duymadığım bir geleceğim var. Kaçmak kurtulmak duygusundan aidiyet duygusuna sakin bir geçiş yapmışım. Kara kışlarda esen sert rüzgarlar da saçlarımı uçuşturmuş ama yine de yılmamışım. Geleceğe dair tüm korkularımı sıfırlamışım. Bin bir umut, bin bir heyecan doldurmuş taşırmışım içimi. Tutmuşum bana uzanan eli, Ankara’nın caddelerinde aşkın en saf haliyle. İnanmışım kendime, elin sahibine ve sevmişim galiba Ankara’yı.

İçimde bir bahar havası ve telaşı. Mevsimlerden sündürmeyen bir yaz...


Yıl 2009…
Ankara’ya gidiyorum. Anladım ki ben Ankara’yı sevmiyorum. Sadece bir yanılsamaymış en son kaldırımlarında ardıma düşen gölgem…Yiyeceğim hiçbir yemeğin tadı olmayacak, elim ayağım sığmayacak hiçbir koltuğa, hiçbir yatağa. Hiçbir Ankara şarkısı dolanmayacak artık dilime, sıcacık Akdeniz gecelerinde.

"Ankara'da aşık olmak zor iki gözüm"şarkısını arayamayacağım asla, önceden aranmış bir arama moturunda.

Adımladığım her kaldırımda önüme düşecek birbirinin elini tutmuş bir kadın ve bir adam gölgesi…




Hiçbir vitrin camında göremeyeceğim suretimi.

Ankara’da bahar şimdi.

Her mevsimine şahit oluyorum böylelikle Ankara’nın.

Ve artık eminim ki;

Ben seni hiç sevememişim, sevmeyecekmişim Ankara...

13 Nisan 2009 Pazartesi

Adam...




Adam, yüreğinin yarısını bıraktığı kadına sesini ve bedenini uzak düşürünce kalemini koydu ortaya. Şiirler yazmaya başladı, muhtemelen adam kendinde olan bu yeteneği paylaşmıştı uzaktaki kadınla. Kadın, kendisine yazılmış her satırda daha da bağlanmıştı belki de adama. Aradaki mesafeleri sözcükler kapatmaya başlamıştı. Kadın, hala kendine yazılan şiirleri okuyarak avutuyordu yüreğindeki acıyı. “Hala seviyor beni”, “her şeye rağmen “diyordu, bazen iç sesiyle, bazen yüksek sesle. Ve bazen de en yakınlarıyla paylaşıyordu içini kemiren o tehlikeli suali. “ Sevmese beni, hala şiir yazar mı?”

* * *

Adam, yüreğinin diğer yarısını paylaştığı kadına sunuyordu sesini ve bedenini. Uzaktaki kadına yazdığı şiirlerini paylaşıyordu, yanı başındaki yüreği kanayan kadına. Öyle yakınken öyle uzak düşüyordu kadın, sevdiği adama ve kendine. “Hala seviyor beni”, “her şeye rağmen” yanımda diyordu, bazen iç sesiyle, bazen yüksek sesle. Ve bazen de en yakınlarıyla paylaşıyordu içini kemiren o tehlikeli suali. “Sevmese beni, hala yanımda kalır mı?”

Kapadokya

















12 Nisan 2009 Pazar

Zor





Taşınmak...

Yeni bir sayfada herşeye yeniden başlamak!